top of page
Yürüyüş İnsanlar

Hiçliğin Gölgesinde: Sevgi, Dostluk, Aşk ve Ahlak Üzerine Bir Soruşturma

Güncelleme tarihi: 18 Mar

Hiçliğin Gölgesinde: Sevgi, Dostluk, Aşk ve Ahlak Üzerine Bir Soruşturma

Rumeysa Uzunoğlu


ÖZET

Bu makale, Platon'un Şölen ve Aristoteles'in Nikomakhos’a Etik eserleri ışığında sevgi, dostluk, aşk ve ahlak kavramlarını ele alıyor. Bu makale kavramların gerçekliğini sorgularken, çeşitli filozofların fikirlerini değerlendirerek yazarın kendi görüşlerini sunuyor. Platon aşkı entelektüel gelişim için bir araç olarak görürken, Aristoteles dostluk ve sevginin erdemle temellendirilmesi gerektiğini savunur. Makale, bu kavramların toplumsal ve bireysel düzeydeki etik etkilerini tartışırken, ahlakın bireyin hesap verebilirliğiyle şekillendiğini ileri sürüyor. The Good Place dizisi ise, bu temaları görselleştiren bir araç olarak analiz ediliyor ve insanın erdemli bir yaşam sürmesinde sevgi, dostluk ve ahlakın önemine vurgu yapılıyor.

ANAHTAR KELİMELER: Sevgi, Dostluk, Aşk, Ahlak, Nihilizm


ABSTRACT

This article explores the concepts of love, friendship, passion, and morality through the lens of Plato's Symposium and Aristotle's Nicomachean Ethics. The author examines the reality of these concepts, analyzing philosophical perspectives while presenting personal interpretations. While Plato views love as a tool for intellectual growth, Aristotle emphasizes that friendship and love should be grounded in virtue. The article discusses the ethical implications of these ideas on both societal and individual levels, proposing that morality is shaped by one's accountability. The Good Place is analyzed as a visual medium embodying these themes, highlighting the significance of love, friendship, and morality in leading a virtuous life.

KEYWORD: Love, Friendship, Passıon, Morality, Nihilism


GİRİŞ

Gerçeklik ve Nominalizm

Sevgi, aşk, dostluk ve ahlak kavramlarının gerçek olmadığını savunmak, bu kavramların öznel, toplumsal veya zihinsel inşalar olduğunu iddia etmekle başlar. Nominalizm, kavramların gerçekte var olmadığı, sadece zihinsel birer etiket olduğu görüşüdür. Sevgi, aşk, dostluk ve ahlak gibi soyut kavramlar, insanın dünyanın anlamsızlığını kabul edemediğinden dünyayı anlamlandırmak için geliştirdiği fikirlerden ibarettir.


Jean-Paul Sartre gibi filozoflar, ahlakın ve diğer değerlerin, insanların seçimleriyle var olduğunu savunur. Bu durumda bu kavramlar öznel olduğu için evrensel bir gerçeklikleri yoktur. Sevgi ve aşk gibi hisler, türün devamını sağlamak için geliştirilmiş biyolojik mekanizmalardır. Dostluk, iş birliğini ve grup hayatta kalmasını artırmak için evrilmiştir. Ahlak ise sosyal düzenin korunması için bir adaptasyondur. Bu mekanizmalar biyolojik faydaya dayandığı için "gerçek" olmaktan ziyade pragmatiktir. Sevgi ve aşk olarak adlandırılan duygular, beynimizdeki kimyasal tepkimelerden ibarettir. Bu durum, bu hislerin "gerçekliğini" sorgulatır. Bu kavramlar, toplumun ortak yaşama düzenini ve bireyler arası uyumu sağlamak için inşa ettiği normlardır. Sevgi, dostluk ve ahlak gibi kavramlar kültürel bağlamdan bağımsız olarak var olamaz; dolayısıyla evrensel bir gerçekliği yoktur. Farklı dönemlerde bu kavramların anlamlarının değişmesi, onların mutlak gerçeklikler olmadığını gösterir. Örneğin, ahlak anlayışları toplumdan topluma değişir. Kavramların anlamı, sadece kullanıldıkları bağlamda vardır. Ahlak, topluma, kültüre veya bireye göre değişir. Bu, evrensel bir ahlaki gerçekliğin var olmadığını gösterebilir. Nietzsche, ahlakın güç sahibi grupların zayıfları kontrol etmek için oluşturduğu bir araç olduğunu savunur. Bu, ahlakın bir gerçeklik değil, bir manipülasyon aracı olduğu iddiasını destekler. Sevgi, aşk, dostluk veya ahlak bir "oyun" gibidir; kuralları değiştiğinde anlamları da değişir. Bu durum, bu kavramların bağımsız bir gerçeklikten yoksun olduğunu gösterir. Sevgi, aşk veya ahlak, somut bir varlık değildir; gözlemlenemez, ölçülemez veya bir nesne gibi analiz edilemez. Bu nedenle, ontolojik olarak "var" oldukları iddiası zayıftır. Peki bu kavramların insan deneyimi üzerindeki etkileri, onları 'gerçek' yapar mı?


KAVRAMSAL ÇERÇEVE

Sevgi

Sevginin kabul gören toplumsal anlamı, en geniş anlamıyla başkalarına duyulan derin bir bağ ve ilgidir. Sevgi, insan ilişkilerinde en temel ve kapsayıcı duygu olarak tanımlanır. Ahlakla ilişkisi, başkalarına saygı, sabır, anlayış ve empati göstermek gibi erdemlerle bağlantılıdır. Sevgi, kişinin başkalarının iyiliği için özveride bulunmasını ve onları desteklemesini teşvik eder. Bu kavram, toplumsal ilişkilerde çok daha geniş bir şekilde kendini gösterir. Sevgi, ahlaki bir sorumluluk duygusu yaratabilir, genellikle başkalarının mutluluğu ve iyiliği için hareket etmek anlamına gelir, bu da etik bir temele dayanır. Sevgi daha çok birinin iyiliğine duyulan içsel bir arzudur. Sevgi, bireylerin ve grupların birbirlerine duyduğu bağlılık olarak, bir topluluğu ayakta tutmaya çalışan en güçlü öge olabilir. Ancak sevgi, aynı zamanda “hayatta kalmak” için kişisel fedakârlık yapmayı da gerektirir. Bu durum bazen kişisel benlikten vazgeçmeyi ve bir başkasının iyiliği için kendi değerlerinden ödün vermeyi gerektirir. Bu da etik bir seçim yapmayı, yani doğru olanın ne olduğunu sorgulamayı getirir.


“Eğer birini seviyorsam herkesi seviyorumdur; dünyayı, yaşamayı seviyorumdur. Eğer birine “seni seviyorum” diyebiliyorsam “sende herkesi seviyorum, seninle tüm dünyayı seviyorum, sende aynı zamanda kendimi de seviyorum” da diyebilmeliyim (Fromm. E. Sevme Sanatı, 1995)


Sevginin benim için kişisel anlamına gelmeden önce her şeyde olduğu gibi ilk düşüncem gerçek olup olmadığıdır. Eğer sevgi gerçek ise ve gerçekten var ise (sonuçta gerçek olması bu dünyada var olduğu anlamına gelmez) ne olması gerektiği ile ilgili görüşlerimi paylaşacağım.

İnsanların gerçek zannettikleri sevgi çok görünür bir şey. Oysa onları ne denli “sevdiğimden” habersiz yaşayıp giden insan kütleleri var. Uğruna yapacağım şeylerin sınırsızlığının farkında olmayanlar. Sevgi sadece yüksek sesle söylendiğinde ve gösterişle süslendiğinde değer görüyor. Sevgi bana daha gürültüsüz, daha sade, daha yalın, daha eylemsel bir şey gibi geliyor. Özellikle günümüzde sevilmek herkesin derdi fakat sevmekten kimse söz etmiyor. Bu aslında sevme eyleminin, sevilme durumundan daha zor, daha çok emek isteyen bir şey olduğunu gösteriyor. Sevmeyi herkesten iyi bilen insanlar bu yüzden bunu bu kadar acı verici buluyorlar. İnsanın sevilebilmesi için ise kendisi gibi olmaması gerekiyor, herkes gibi olmak gerekiyor. Adeta toplumun koyduğu bir sevilme önkoşulu bu, çünkü farklıysan değil sevgi hiçbir şeyi hak etmezsin.


“Sevgi ancak iki insan birbirlerine varlıklarının özünden bağlanır, her biri kendini varlığının özünden tutarsa gerçekleşir. İnsan gerçeğinin de canlılığının da sevgisinin temeli de işte bu “özden tanıma” deneyimidir.” (Fromm. E. Sevme Sanatı, 1995) Fromm, sevginin kanıtı olmaz sevgi bir inanç eylemidir der. Fromm’un deyişiyle özden tanıdığını umar, buna inanırsın. Yani sevgi irrasyoneldir. İşte tam da bu yüzden herkesi sevseydik insan olarak işlevimizi yitirirdik. Aklı ve mantığı bu derece kenara koysak sevgiyi temel alsak hiçbir insan ne bir mesleği ne toplumsal rolü, hatta siyaseti yapamazdı. Peki neden aklımızı bir kenara bırakarak, aslında gerçekte bizi sevmediğini bildiğimiz, hatta bize zarar veren yanlış insanları seçeriz? Çünkü bilinçli ya da bilinçsizce hak ettiğimizi düşündüğümüz sevgiyi kabul ederiz. Neyi hak ettiğimizle ilgili kodlarımız ya çocukken aile yaşantısında ya da büyüme sürecinde toplum tarafından yerleştirilir. İnsanlar bizi sevdiklerini söylerler, kastettikleri şey ise bizi sevmenin onlara kendilerini nasıl hissettirdiğini sevmeleridir. Ya da bizden alabileceklerini, bize yapabileceklerini severler.


Sevgi ister gerçek ister gerçek dışı olsun, her türlü senaryoda acı ve mutsuzluk ile son bulacaktır. Sevginin gerçek olma ihtimali çekilen acıyı ve mutsuzluğu da gerçek kılacağından bu sevginin gerçek olmamasından daha kötü bir ihtimaldir. Hemingway’in dediği gibi “iki insan birbirini seviyorsa bunda mutlu bir son yoktur.” Ya birbirlerini yaralayıp yollarını ayıracaklar ya da içlerinden biri hastalanarak veya kazayla ölecek. “En iyi” ihtimalle ikisi aynı anda ölecektir.

Dünyayı sevgisiz büyüyen insanların savaşları mahvetti derler. Bu sevgiyle büyümüş birinin ahlaklı bir yaşam sürmesi daha olanaklı anlamına gelir. Çünkü sevgisizlik ahlaksızlığı doğurur. Sevgisiz bırakılmış bir insan öfkelidir, hayal kırıklığı içindedir, belki kıskanç ve muhtemelen kötücüldür. Sevgiyi hak etmediğine inanır. Sevgiyi hak etmiyorsa nefreti hak ettiğini düşünebilir. Yalnızca düşmandan nefret edileceğinden, düşman da genelde ahlaksızlığı yapan olduğundan sevgi ahlak ile doğrudan ilişkilidir.


Dostluk

Dostluk toplumsal kabule göre, insanların birbirine güven, sadakat ve karşılıklı saygı temelinde kurduğu bir ilişki türüdür. Dostlukta samimiyet, güven, ortak değerler ve duygusal destek önemlidir. Dostluk, bazen kişinin kendine de yansıyan bir erdem, bazen de karşılıklı çıkarlar üzerine inşa edilebilir. Dostluk, bireyler arasında erdemli bir bağ kurmak için bir alan sağlar. Ahlaki erdemler, dostluk ilişkilerinin temelini atar; dostlar birbirlerini doğru yolda tutmalı ve birbirlerine ahlaki sorumluluklar yüklemelidir. Aynı zamanda, dostluklar genellikle eşitlik ve adalet anlayışı ile şekillenir, çünkü dostlar birbirlerine fayda sağlamakla yükümlüdürler. Dostluk iki kişinin karşılıklı bağını, birlikte geçirilen zaman ve deneyimlerin ürünü olarak şekillenir.


“Dostluk, erdemli bir yaşamın önemli bir parçasıdır. Çünkü insanlar sadece tek başlarına mutlu olamazlar, başkalarıyla paylaşılan bir yaşam gereklidir.” (Aristoteles, Nikomakhos’a Etik)

Eğer Aristoteles’in dediği gibi insanlar tek başlarına erdemli ve mutlu olamayacağı için dostluk ilişkisi kurmalıysa, dostluk bir çıkar ilişkisidir. Peki çıkar gözetilerek edinilen dostluk gerçek dostluk mudur? Ahlaksızlık barındırmaz mı? İki mutsuz insan düşünelim. Bu iki insan birbirlerine mutsuzluklarını bulaştıracak hatta belki arttıracaktır. Ancak tek başınalığın mutsuzluğunu, getirdiği hüznü ve yalnızlığı dostluklarıyla azaltabilirler. Bu onların mutluluk için edinilen dostluktan daha gerçek, daha çıkarsız olduğu anlamına gelir. Yine de salt, çıkarsız, saf bir dostluk mümkün müdür? Mutluluk ve erdem çıkarlarını bir kenara bıraksak yalnızca dostunun acısını ve hayatının yükünü hafifletmek üzerine içten bir arzu duysak ve iki taraf da bunu eşit olarak yapsa yine de çıkar olmuş olur mu? Dostluk çabasız mı yürütülmeli çabayla mı? Aristoteles’e göre fayda dostluğunda çıkarlar, zevk dostluğunda gelip geçici ilgiler vardır. Erdem dostluğunda iki taraf da birbirinin iyiliği için emek verir, birbirlerinin gelişimine katkı sağlarlar. Bu yüzden en ahlaklı olan budur. Ek olarak bence erdem dostluğu, kişinin yalnızca kötü günde yanında olması değil, iyi gününde de başarını ve mutluluğunu kıskanmamasıdır. Aynı zamanda gerçek dostluk mümkün ise bu bir insanın dönüştüğü insandan, ruhunun güzelliğinden, bilgilerinden ve erdemlerinden dolayı gurur duyabilmektir. Ahlaklı olan budur.


Aşk

Aşkın kabul gören toplumsal anlamı, sevgiye göre daha yoğun ve genellikle romantik bağlarla ilişkilendirilen bir duygudur. Aşk, iki insan arasında güçlü bir duygusal bağ kurar ve bu bağ, derin bir tutku, özlem ve karşılıklı çekim içerir. Aşk, romantik ilişkilere, cinsel çekimlere ve çoğu zaman kişisel fedakarlıklara dayanabilir. Aşk, genellikle daha tutkulu, romantik ve duygusal yoğunluğu yüksek bir duygudur. Aşk, bazen ahlaki sınırlar içinde hareket etmek zorunda kalabilir. Çünkü aşk, bencil duyguları tetikleyebilir ve bireylerin başkalarına zarar vermemesi gerektiği sorumluluğunu taşır. Aşkın ve sevginin, zorlayıcı koşullarda bile insanların hayatta kalmasına yardımcı olduğu gösterilir. Ancak, bu aşk bazen ahlaki sınırları zorlar. Aşk, bir yandan da hayatın, ölümün ve hayatta kalmanın anlamı üzerine derin bir ahlaki sorgulama içerir. Aşk bu bağlamda insanları birbirine bağlayan bir güç olarak görülse de zorlu dünyada aşkın anlamı ve doğru olanı seçme biçimi karmaşıklaşır. Aşk ilişkilerinde sadakat, dürüstlük ve güven gibi değerler önemlidir. Aşk, bazen kendi istek ve arzularımızı başkalarının isteklerine göre şekillendirmemizi gerektirebilir; bu da ahlaki bir olgunluk gerektirir.


"Aşk, anlamın peşinde koşmak gibidir; bir anlam arayışıdır, ama anlamın olmadığı bir dünyada."

Aşk, sanırım sevgi ve dostluktan daha fazla gerçek olmasına ihtimal vermediğim bir şey. Ki gerçek olsa bile aşk diğer tüm duygulara göre içinde en fazla ahlaksızlık barındırma potansiyeli taşıyandır. Aşk benim için beynimizde salgılanan kimyasallardan ya da hormonlardan ibaret. Sevgi ve dostluk daha farklı bir temele oturur, ama aşk pek öyle değil. Tam olarak tanrı gibi ihtiyaçtan, zayıflıktan, anlam arayışından türeyen ve günümüze gelen bir şey. Hiçbir şeyin anlamı olmadığı bir dünyada aşk sayesinde bir anlam yaratılabileceğine, uğruna yaşamaya ve ölmeye değecek bir şey olduğuna inanılır. Bu aşkın ahlak ile ilişkisinde kritik bir öneme sahip olur çünkü uğruna yaşamayı ve ölmeyi göze almak tüm ahlaki seçimlerde doğru olmayanı seçmeyi de göze almak anlamına gelir.

Peki aşkın gerçek olduğunu varsayarsam bana göre aşk ne olmalıdır? Fromm, kitabında, olgunlaşmamış aşk “Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var” der olgunlaşmış aşkın söylediği ise “Sana ihtiyacım var çünkü seni seviyorum “dur der. Gerçek aşk, ihtiyaçtan doğuyorsa eğer travmatik bir durum söz konusudur. Sırf yaralarımızı tanıyor ve sarabiliyor diye birine âşık olursak ona ihtiyaç duyduğumuz için âşık olmuş oluruz. Birine seni iyileştirebildiği için âşık oluyorsan, tamamen iyileştiğinde ya senin ona ihtiyacın kalmadığından ya da o artık sende iyileştirilebilecek bir şey bulamadığından "aşk" biter. Bu tür bir aşkın başlangıç noktası da bitiş noktası da ahlaksızlığı barındırır. Çünkü teşhisini koyup tedavini uyguladıktan sonra doktora ihtiyacın kalmaz. O zaman aşk bir yaradan dolayısıyla ihtiyaçtan doğmamalıdır. Bu tür bir ilişki bağ değil, bağımlılık ilişkisidir. Ne diyordu şair; ben sensiz de yaşarım ama seninle bir başka yaşarım. Öyleyse karşındakini bütünüyle yalnızca o olduğu için sevmek ve sevdiğin için ihtiyaç duymak esas olandır.


Aşk kelimesi Arapça aşekadan gelir. Aşeka bir ağacı saran besinini ağaçtan alan ve zaman içinde ağacı kurutarak öldüren zehirli bir sarmaşık türüdür. Bu günümüzde insanların aşk dediği toksik ilişkilerin güzel bir metaforu olabilir. Şimdilerde birbirine âşık olduğunu söyleyen insanlar, zaman içinde birbirlerinin güzelliklerini tüketip, birbirlerini zehirleyerek kurutuyorlar. Çoğunlukla aldatıyorlar ki bu aşka dair en büyük ahlaksızlıktır. Peki neden insanlar aşka inanma, âşık olma ihtiyacı içinde? Neden âşık olma ruh eşini bulma ve evlenme hayatlarının başlıca amaçlarından biri? Günümüzde insanlar özellikle gençler, doğaüstü şeylere ya da tanrıya inanmaktansa, aşka inanmaya aşkı kutsamaya, aşkı yüceltmeye başladılar. Kendilerine cennet yerine, aşktan bir ütopya yarattılar. Alain de Botton Aşk Üzerine kitabında şöyle der "Böylesi bir hızla "aşık" olunuyorsa, bunun nedeni belli ki âşık olmak arzusunun, âşık olunan kişiden önce gelmesidir." O zaman şu sonuca varabiliriz, beğendiğimiz bedenlere hayal ettiğimiz ruhu koyup âşık olduğumuzu zannediyoruz. Aynı alıntıyı tanrı temelinde yapacak olursam “Böylesi bir hızla ve kanıtsız inanılıyorsa bunun nedeni belli ki inanmak arzusunun tanrıdan önce gelmesidir.” Tanrı veya aşk ikisinin de bilgisine erişemeyeceğimiz ve ne olduğunu tam olarak kavrayamayacağımız için bu kadar çok ve çabuk anlam yükleniliyor gibi geliyor bana. İnsanlar kendi değerlerini biçmek ve ispat etmek için başka birine ihtiyaç duyuyor, buna eskiden din deniyorken şimdilerde aşk deniyor. Shall We Dance filminde bu düşüncemi tamamen yansıtan muhteşem bir replik geçiyor “Çünkü hayatımızda bir tanığa ihtiyacımız var, gezegende milyarlarca insan yaşıyor. Tek bir yaşamımızın ne önemi var ki? Ama aşkta ve evlilikte her şeyle ilgilenmeye söz veriyorsunuz. İyi şeylerle kötü şeylerle. Korkunç şeylerle, sıradan şeylerle. Hepsiyle, her zaman, her gün. Diyorsunuz ki "senin yaşadığını fark eden birileri olacak, çünkü ben varım. " Hayatına tanıklık eden biri var, senin tanığın benim.” Kısaca bütün anlamsızlığıyla birlikte ölmek, yok olmak istemeyen, varlığını sürdürmek isteyen zavallı iç güdümüz, iz bırakmak için bir insanı ya da tanrıyı aracı ediyor. Tanrıyı aracı etmek inançlı birinin en son yapacağı şey olmalıydı, bu da büyük bir çelişkidir. Eskiden kendi değerimizi kanıtlamak ve unutturmamak için Tanrıyı kullanırdık. Şimdilerde tanrılaştırdığımız insanlara âşık oluyor bizi tanrılaştıran insanın aşkına âşık oluyoruz. Platon’un Şölen kitabında da bunu destekleyecek şöyle bir cümle geçiyor "Bütün o emekler, sevgiler hep ölümsüzlük uğrunadır. " Ölümsüzlüğü tanrıda ya da insanda aramak her ikisi de ne büyük çelişki.

Bence aşktan öte ondan aşkın bir şey varsa o da birinin evin olmasıdır. “Aşk” solar, geçer, biter ama evin aynı kalır. Günün sonunda hayatla verdiğin onca mücadeleden sonra evine geri döner ve güvende hissettiğin tek yerde olursun. Ve fark edersin ki yaşam günün sonunda eve dönmekten ibarettir. O evde olma hissi eğer gerçekten aşk diye bir şey varsa bu olmalı. “İnsanlara iyi ve ahlaklı biri oldukları için âşık olmayız. Karanlığını fark ettiğimiz insanlara âşık oluruz. Bir insana içinizdeki karanlık onda bir yuva bulduğu için âşık olduğunuzda bu tür bir aşk derinize ve ruhunuza işler." Doğru erkeği ya da doğru kadını bulmaya çalışmak yerine, kendi özünü bulmak bizi kendi özümüze yaklaştıracak kişiyi bulmalıyız. Aşk, iki insanın bu anlamsız yaşam döngüsünde birbirlerinin acısını hafifletmesi, hakikatı birlikte aramasıdır.


Aşkın başlangıcı ve aşkın sonu Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna eserinde çok açıkça şu dizelerle işlenmiş;


"Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin."


"Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak; bende artık inanma kudreti bırakmamıştı. Ama bir kere kırılmıştım... Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. "


Aşk birinin sendeki karanlığı bilmesine rağmen seni sevene koşulsuz güvenmek, koşulsuz inanmak demektir. Tüm zaaflarını bilen birine güvenmek... Üstteki dizelerden de anlaşılacağı gibi bu tür bir aşkta yanıldığında, (ki herkes yanılır), insanlara olan inancını ve güvenini sonsuza kadar kaybedersin. Bu noktada demek ki insanın acısı insanda geçmiyor, aksine insanın acısı ancak insanda katlanıp büyüyor. İnsan zihninin güvenilmeyecek bir tasarı olduğunu böyle anlarız. Çünkü gerçek hayatta kimse kimsenin o kadar da umurunda değil. Herkes kendi çıkarlarını maksimize edecek eylemler ve ilişkiler içinde gününü geçiriyor o kadar. O zaman ahlaklı aşk diye bir şeye pek rastlanılmadığını bunun mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü işin içinde aşk varsa, yalanlar, aldatmalar, en önemlisi güvene ihanet vardır. Ki ahlaklı aşk diye bir şey olsa bile âşık olduğun kişiyi korumak için yapacağın eylemler ve kararlar da diğer insanlara ahlaksızlık olacağından sonuç yine ahlaksızlık olur.


Ahlak

Ahlak kabul gören anlamıyla, insanların doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmesi ve bu doğrultuda davranması anlamına gelir. Ahlaki bir insan olmak sadece doğru şeyler yapmaktan değil, aynı zamanda başkalarına olan sevgiyi ve dostluğu güçlendirmekten de geçer. Ahlak, bireylerin toplum içinde başkalarıyla etkileşim kurarken belirli değerler, normlar ve kurallar doğrultusunda hareket etmelerini sağlar. Sadece başkalarına nasıl davranmamız gerektiğiyle değil, aynı zamanda kendimize nasıl davrandığımız ile de ilgilidir. Ahlaki bir davranış, genellikle dürüstlük, adalet, saygı, empati ve sorumluluk gibi erdemlerle ilişkilendirilir. Ahlak, kültürel, toplumsal ve bireysel bağlamlarda farklılıklar gösterebilir, ancak genel olarak insanları ve toplumları daha adil, barışçıl ve uyumlu bir şekilde bir arada tutmayı amaçlar. Ahlak, aynı zamanda bireylerin birbirine zarar vermemesi, başkalarının haklarını ve özgürlüklerini ihlal etmemesi anlamına gelir. Hayatta kalmak için ahlaki değerlerden ne kadar taviz verilebileceği, başlıca sorgulamalarımızdan biridir. İnsanlar, hayatta kalma içgüdüsüyle zaman zaman çok ciddi ahlaki sorumluluklarını göz ardı ederler. Ahlak, genellikle toplumun düzenini ve haklı olanı savunurken, hayatta kalma mücadelesi bu düzenin ötesine geçer.


Ahlak bana göre hesap verilebilirlik ilkesini esas alır. Etik olup yalnızca eylemlerimin değil ahlaklı olup hayatımın hesabını verebilmeliyim. Yaptığımız kötü eylemlerle değil onları yapma sebeplerimizle buna karar verilebilir. Peki tanrı olmadan ahlak mümkün müdür? Teist bir bakış açısına göre ahlak, Tanrı’nın varlığına ve iradesine dayalıdır. Tanrı yoksa ahlaki değerlerin de hiçbir temeli kalmaz. İster bir canlıyı öldür ister bir eşyayı parçala ahlaken hiçbir anlamı veya farkı olmaz. Çünkü sonrası yoksa bu dünyada olup bitenlerin hiçbir anlamı yoktur. Ancak tanrı inancı olmayan bir bakış açısında ahlak, insanın kendi rasyonalitesi ve vicdanıyla şekillenir. Bu bağlamda sevgi, dostluk ve aşk gibi kavramlar, bireyin kendi içsel ahlaki değerlerine dayanır. Bu da herkesin kendi ahlakını kendi yaratmasına, devamında da herkesin ahlaklı olduğunu iddia etmesiyle sonuçlanacaktır. Hayatın içinde doğal bir boşluk var hiçbir cevap, kavram, duygu, düşünce, insan, inanç bunu dolduramayacak. Doldurmaya çalışırsak aklımızı kaybedeceğiz gibi. Biri bana söyleyebilir mi uğruna yaşamaya değecek ne varsa? Kimin var erdemini, ahlakını, aşkını ve sevgisini sonuna kadar koruyabilecek yüreği. Eğer mümkünse ancak ve ancak güvende, sevilmekte ve bilge olan biri ahlaklı bir yaşam sürebilir. Ancak ahlak paradoksaldır. Çünkü en büyük ahlaksızlıklar, birbirini sevdiğini söyleyen insanlar, yakın dostlar ve birbirine âşık olduğunu söyleyen insanlar arasında yaşanır.


"Sevgi, insanın başkalarını anlaması ve onların duygusal ve ahlaki ihtiyaçlarına saygı göstermesi ile ilgili bir eylemdir. Ahlak, bu tür bir sevginin toplumsal olarak nasıl işlediği ile ilgilidir." (Martha Nussbaum, Duygulara Bağlılık: Ahlak Felsefesinin Yeniden Yapılandırılması)

Sevgi, dostluk ve aşk birbirini tamamlayan, ancak farklı bağlamlarda ve duygusal yoğunluklarda var olan duygulardır. Ahlak ise bu duyguların toplum içinde nasıl şekilleneceği, başkalarına karşı nasıl sorumlu olunacağı ve insanlar arasındaki ilişkilerde nasıl adalet ve erdemin sağlanacağı üzerine kurulur. Ahlak, sevgi, dostluk ve aşk gibi duyguların hem bireysel hem de toplumsal düzeyde etik ve doğru bir şekilde yaşanabilmesi için gerekli olan temel kuralları ve ilkeleri belirler.

“Eğer ahlakın kişisel çıkar ile hiçbir ilişkisinin olmaması gerektiğini düşünüyorsanız ya da Kant’ın ödev ahlakında olduğu gibi iyiliğin vicdanını rahatlatmak da dahil olmak üzere en ufak bir kişisel çıkar gayesi taşınmadan yapıldığında ancak gerçek iyilik olabileceğini iddia ediyorsanız, bu durumda niçin ahlaklı olmalıyım sorusu şu sorulara dönüşecektir. Niçin kendime zarar veren eylemleri yapmalıyım, niçin kendimi başkaları için feda etmeliyim? Zira kişisel çıkarlardan tamamen arındırılmış bir ahlak kendine zarar verme veya kendini feda etme ile eş anlamlı hale gelecektir. Fakat denilebilir ki kişisel çıkar ahlaklı eylemin bir yan getirisi olarak zaman zaman ahlaka eşlik edebilir. Ancak asıl amaç kişisel çıkar olmamalıdır. Bu durumda ahlaka sadece eşlik eden, amaç olmayan kişisel çıkar ahlaka bir engel teşkil etmez.” (C. Demirel, Ahlak Felsefesinde Tanrı Nerede, s.626) Cemre Demirel kitabında her zaman ahlaklı olmanın rasyonel olmadığını söyler bu dünyada yaşamakta olan her dürüst insan bu düşünceyi onaylar diye düşünür.


Hiçbir şey gerçek değildir ve hiçbir şeyin bir anlamı yoktur diyorum. Hiçbir şey gerçek değilse bu söylediğim de gerçek değildir. Hiçbir şeyin bir anlamı yoksa hiçbir şeyin bir anlamı olmamasının da bir anlamı yoktur. Kişisel tecrübelerime gelecek olursak 20 yıllık hayatım boyunca ne birbirine gerçekten aşık, ne birbirini gerçekten seven insanlar, ne de gerçek dostluklar gördüm. Ahlaklı insanlardan ziyadeyse ahlak bekçileriyle karşılaştım. 20 yıldır birine bile şahit olamadıysam belki de gerçekten bütün bu kavramlar ve hisler yalnızca kafamızda idealleştirdiğimiz şeylerdir. İşin aslı şu ki ne zaman sevmeye kalksam yaşamı ne zaman içimde bir umut tütse, inanmaya cürret etsem insanlara, hissettiğim tek ve gerçek şey acı. Hayatım boyunca ne ölüme ne de yaşama tutunamadım, her anın nasılını ve niçinini sorguladım.


Gördüğüm en nihilist ve sarkastik dizi karakteri olan Dr. House rüyasında kendisiyle bir diyaloğa girerek kendimle çok özleştirdiğim şunları söyler. “Önemli olan tek gerçeğin ölçülebilen gerçek olduğunu düşünüyorsun. İyi niyet sayılmaz. Kalbinden geçenlerin hiçbir önemi yok. Değer vermenin önemi yok. Ama bir insanın hayatı, ardından ne kadar gözyaşı döküldüğüyle ölçülebilir. Onları ölçemiyor olman, ölçmek istemiyor olman bunun gerçek olmadığı anlamına gelmez. Ve ben yanılıyor olsam bile sen hala mutsuzsun. Gerçekten hayatının amacının kendini feda etmek ve karşılığında hiçbir şey alamamak olduğunu mu düşündün? Hayır. Hiçbir amacın olmadığına inanıyorsun, kurtardığın canları bile umursamıyorsun. Hayatındaki tek güzel şeyi lekeleyip tüm anlamını bir hiç uğruna yok ediyorsun. Neden yaşamak istediğini bile bilmiyorum.” Bu aslında House’un içsel olarak bu kavramlara inanma ihtiyacında olduğunu ama deneyim ve gözlemleriyle aklının ve iradesinin inanmaya izin vermediğini yansıtır.


Gerçek sevgiye, dostluğa, aşka ve ahlaka inanmamak benden neler eksiltiyor bilmiyorum ancak bunlara inanmanın, tanrıya inanmanın, insanlara inanmanın neler eksilttiğini biliyorum. Bütün bunlar gerçekte var olsa bile Tanrının olduğu ya da olmadığı bir dünyada yalnızca salt acı çekmemize sebep olacak. Yaşam döngüsüne giren her insan birer kurban. İnsan olmak, istemediğimiz bir yaşam sarmalının içine zorla katılıp, kontrol sahibi olamadığımız bir dünyada acı döngüsünden çıkmaya çalışmaktan ibaret. Dünya bir acı labirenti. Ruhlarımız olabildiğince acı çekene kadar canlı kalacak. Bu acı labirentinden nasıl çıkacağız? Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam kitabında, “Bir gün sana dünyada katlanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim” diye bir cümle geçer. Belki de haklıdır gerçekten var ise dünyada dayanılacak, uğruna yaşamaya değecek tek şey budur.

“Sonra isteksizlik gelecek, tüm mecalin tükenecek. Ruhun erdemi ve ahlakı solacak. Arkadaşlıklar ve aşklar sona erecek. Seni kim sevecek? Kim seninle ilgilenecek? Kim sana göz kulak olacak? Neden seni umursasınlar? Yaklaşan korkuyu hisset. Kapabildiğin her şeyi kap. Geç oluyor. Çok geç oluyor.”


THE GOOD PLACE ve SONUÇ

The Good Place dizisi, felsefi temalar ve ahlaki sorularla dolu bir yapım olup, aşk, sevgi, dostluk gibi kavramları, ahlakla olan ilişkileri üzerinden derinlemesine irdeler. Dizinin ana temalarından biri, insanların ahlaki seçimlerinin ve davranışlarının onların “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirilmesindeki etkisidir. Bu bağlamda aşk, sevgi, dostluk gibi duygusal bağlar, ahlaki değerlerle harmanlanır.

The Good Place dizisinde başkarakter, sevgisi aşkı, dostu ve ahlakı olmayan Eleanor adında bir kadın. Bu kadının yanlışlıkla cennete gitmesini ve bunu farkettiğinde cennette kalabilmek için iyi birine dönüşmeye çalışmasını izliyoruz. Eleanor’un geçmişine baktığımızda ilgisiz ve ihmalkâr bir aileye sahip olduğunu görüyoruz. Hayatı boyunca tek başına hayatta kalmayı öğrenmiş birinin “ahlaklı” olmaması yalnızca onun sorumluluğunda mı? Aile ve toplum eşit oranda sorumlu değil mi? Eleanor gerçek dostluklar kurduğunda fedakârlık yapmayı, iyilik yapmayı, empati yapmayı öğreniyor. İlk kez koşulsuz sevgiyi tattığında daha iyi biri olmayı istemeye başlıyor. Eleanor ve Chidi birbirine âşık oluyor. Aşk ise onun erdemlere sahip olmasına ve hakikati bulmaya çalışmasına sebep oluyor. Ve Chidi bir filozof olarak hayatı boyunca cevapları aramış ama bulamamış biri. Bunun üzerine cehennemde ceza olarak hafızasını kaybetmeden önce kendine şöyle bir not bırakıyor; “Bir cevap yok ama cevap Eleanor”. Bu benim için nihilizmi ve aynı zamanda bu yaşam döngüsünün içinde tek gerçekliğin ve anlamın sevgi olabileceği anlamını taşıyor. Aristoteles’in öğretisini işleyen ve gösteren bu dizi, ahlaklı ve erdemli biri olmanın sevgi, dostluk ve aşk ile öğrenilebilecek bir şey olduğunu söylüyor.


“Biri dünyaya geliş biletini iade etmeyi düşünüyor ama yapamıyor tabi şöyle diyor; savaşmayı ve sevmeyi sürdür. Sürdürmeyi sürdür.” (F. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler)


KAYNAKÇA

  • Fromm, E. (2013). Sevme Sanatı (Çev. Ş. Altuğ). Say Yayınları.

  • Aristoteles. (2016). Nikomakhos’a Etik (Çev. S. Babür). Say Yayınları.

  • Ali, S. (2017). Kürk Mantolu Madonna. Yapı Kredi Yayınları.

  • Nussbaum, M. C. (2001). Duygulara Bağlılık: Ahlak Felsefesinin Yeniden Yapılandırılması (Çev. A. A. Soykan). Dost Kitabevi Yayınları.

  • Demirel, C. (2023). Ahlak Felsefesinde Tanrı Nerede?. Ayrıntı Yayınları.

  • Dostoyevski, F. (2018). Karamazov Kardeşler (Çev. E. Akyol). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

  • Schur, M. (Yaratıcı). (2016–2020). The Good Place [Dizi]. NBC.

  • Shall We Dance? (2004). Yönetmen: P. Chelsom. Miramax Films.

Comments


Yürüyüş İnsanlar

Bu acı döngüsünden nasıl çıkacagız?

Bizimle iletişime geç

Mail listemize katılın. Yeni içeriklerden haberdar olun.

Abone olduğunuz İÇİN TESEKKÜR EDERİZ

© 2035 by Phil Steer . Powered and secured by Wix

bottom of page